Gılgamış'tan Adalet'e
# Gılgamış'tan Adalete: Kökenleri Kazırken Kaybettiklerimiz
**Bir Düşünürün İki Kazısı ve Sorulması Gereken Sorular**
Pamukkale Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ceyhun Akın Cengiz'in entelektüel serüveni, ilk bakışta birbirinden uzak iki konuyu ele alıyor gibi görünüyor: İklim krizi ve adalet kavramı. Ama aslında her ikisi de aynı arkeolojik kazmayı sallıyor, aynı toprağı kazıyor. Soru şu: Bu kazı gerçekten bir şeyler buluyor mu, yoksa kendi kazı aletlerimize âşık olup kalmış mıyız?
## Gılgamış'ı Suçlu Sandalyesine Oturtmak
Cengiz'in "İklim Krizinin Kökenine Dair: Gılgamış Destanı" başlıklı konuşmasında ana tez gayet cesur: 5000 yıllık ekolojik felaketin kök senaryosu Mezopotamya'nın sedir ormanlarında yazıldı. Gılgamış ve Enkidu, Humbaba'yı öldürüp ormanları tahrip ettiklerinde, sadece bir devle savaşmadılar; doğanın kutsiyetini yıktılar, "insan için her şey mübahtır" manifestosunun ilk taslağını yazdılar.
Bu okuma, kabul edelim ki, **büyüleyici**. Antroposen tartışmalarına edebi-mitolojik bir derinlik katıyor. Ama tam da bu büyüleyiciliği içinde tehlikeli bir tuzak barındırıyor: **Evrenselleştirme fetişizmi**.
Bir düşünün: Aynı dönemlerde, Güney Amerika'da Kızılderili toplulukları ormanlarla "ekolojik denge" içinde yaşıyordu. Avustralya Aborjinleri 65.000 yıldır aynı topraklarda "sürdürülebilir" bir ilişki kurmuştu. Afrika'da birçok topluluk doğayı kutsal saymaya devam ediyordu. Peki bunların hiçbiri "insanlık" sayılmıyor mu?
Yoksa biz farkında olmadan **Batı uygarlığının tarihini insanlık tarihi olarak mı okuyoruz?** Gılgamış önemli, evet. Ama Gılgamış'tan kapitalosen'e çizilen düz çizgi, tarihin kıvrımlarını, direnişlerini, alternatif yollarını görmezden gelmek değil mi?
## Antroposen mi, Kapitalizm mi? İşin Kolayına mı Kaçıyoruz?
Cengiz, çağımızı hem antroposen hem kapitalosen olarak niteler. İyi, güzel, güncel. Ama işin içine **kapitalizmi** katıp sonra Gılgamış'a dönmek, sanki kapitalizmi tarihsellikten çıkarıp antropolojik bir sabite dönüştürmek gibi bir şey.
**Kapitalizm 400-500 yıllık bir sistem.** Fosil yakıt kapitalizmi ise 200 yıllık. Ama iklim krizini 5000 yıla yayarak anlatırken, kapitalizmin özgüllüğünü buharlaştırmış olmuyoruz mu?
Andreas Malm'ın "Fosil Sermaye" kitabında gösterdiği gibi, endüstriyel kapitalizm **bilinçli bir seçimle** buhar gücünü, kömürü, petrolü merkeze aldı. Su gücü vardı, rüzgâr vardı. Ama sermaye **kontrol** istiyordu. İşçileri fabrikaya hapsetmek, doğayı ham maddeye çevirmek için fosil yakıtlar idealdi.
Peki Cengiz'in anlatısında bu **siyasi-ekonomik özgüllük** nerede? "İnsan için her şey mübahtır" deyince, kapitalistin petrol baronunun sömürgeleştirme projesini de, yerli bir toplumun orman açmasını da aynı çerçeveye mi koyuyoruz?
## Kültürün Çifte Yüzü: Hem Zehir, Hem Panzehir?
Konuşmanın sonunda ilginç bir dönüş var: Kültür hem krizi yaratan, hem kurtaracak olan. Nermi Uygur'dan alınan "yaratıcı kriz" fikri devreye giriyor. Kulağa hoş geliyor. Ama **hangi kültür?**
Kültür diye tek bir şey yok. Amazon yerlilerinin kültürü, Silikon Vadisi'nin "start-up kültürü" ile aynı mı? Hangisi iklim krizini yarattı, hangisi kurban oluyor?
Bu soyutlama bizi tehlikeli bir yere götürüyor: **Eylemsizliğe**. "Kültür bizi kurtaracak" demek, "birileri bir şeyler yapacak" demekten nasıl farklı? Kim yapacak, nasıl yapacak, hangi güç ilişkileri içinde?
**Kültürcü iyimserlik**, bazen siyasi iradenin yerine geçiyor. Oysa iklim krizi salonlarda felsefe konuşarak değil, sokakta fosil yakıt şirketleriyle mücadele ederek çözülecek.
## Adalet: Akıl mı, Duygu mu? Yanlış Soru mu?
Şimdi gelelim Cengiz'in diğer çalışmasına: "Adaletin Akılsal ve Duygusal Kökeni". Burada da aynı arkeolojik kazma devrede. Platon'dan Hume'a, Kant'tan Schopenhauer'e uzanan bir gelenek taranıyor.
Tez: Adalet ne salt akılsal, ne salt duygusal. İkisinin diyalektiği.
İyi hoş. Ama 2025'te bu tezi ileri sürmek ne kadar cesur? Nörobilim zaten 20 yıldır bunu söylüyor. Antonio Damasio'nun "Descartes'in Yanılgısı" 1994'te yayımlandı. Joshua Greene'in fMRI çalışmaları 2000'lerin başından beri mevcut. Martha Nussbaum'un duygular üzerine kitabı 2001'de çıktı.
Demek istediğim şu: **Bu sentez artık yeni değil**. Akademik bir pozisyon olarak savunulması kolay, çünkü kimseyle gerçekten çatışmıyor. Platon'cular "evet ama akıl ağır basar" diyebilir, Hume'cular "evet ama temelde duygu" diyebilir. Herkes kendi yerinde.
**Asıl soru şu olmalı:** Adaletin kökeni teorik olarak nasıl temellenir peki değil, **pratikte nasıl üretilir?**
## Kaçırdığımız Şey: İktidar ve Maddilik
Her iki çalışmada da gözden kaçan şey, sanki havada duran bir **iktidar analizi eksikliği**.
İklim krizini konuşurken, **ExxonMobil 1970'lerde iklim değişikliğini biliyordu ve sakladı** gerçeğinden bahsetmiyoruz. Gılgamış'ı konuşuyoruz.
Adaleti konuşurken, **cezaevlerinin %80'inin yoksullarla dolu olduğunu** konuşmuyoruz. Platon ve Hume'u karşılaştırıyoruz.
Foucault'nun **"İktidar/Bilgi"** dediği şey tam da bu değil mi? Sorunların kökenlerini arkeolojik olarak arayan felsefe, bazen şu anki iktidar ilişkilerini görünmez kılmıyor mu?
## Arkeolojinin Cazibesi ve Tehlikesi
Kökenleri aramak, **entelektüel açıdan tatmin edici** bir iş. Gılgamış okumak, Antik Yunan'a dalmak, derin tarihsel anlatılar kurmak... Bunlar güzel şeyler. Felsefe de zaten bunu yapar.
Ama 2025'te, Akdeniz yanıyor, Pasifik adaları batıyor, mülteci krizleri patlak veriyor. **"Ne yapmalı?"** sorusunu "Nasıl buraya geldik?" sorusuyla ertelemek, akademik bir lüks değil mi?
Cengiz'in konuşmasında vurguladığı "entelektüellere düşen görev" tam da budur aslında. Ama bunu yaparken **pratik, politik, örgütsel boyutlar** nerede?
## Sentez Hastalığı
Çağdaş akademik felsefenin bir hastalığı var: **Her şeyi sentezleme takıntısı**.
"Akıl da önemli, duygu da önemli."
"Kültür hem sorun, hem çözüm."
"Hem antroposen, hem kapitalosen."
Evet, dünya karmaşık. Evet, ikili karşıtlıklar basitleştirici. Ama **her sentez, bir muğlaklığa, her muğlaklık bir kaçışa dönüşebilir**.
Bazen gerçekten **taraf seçmek** gerekir. İklim krizinde suçlu fosil yakıt şirketleridir, Gılgamış değil. Adaletsizlikte sorun neoliberal kapitalizmin sınıf yapısıdır, Hume-Kant polemiği değil.
## Peki Ne Öneriyoruz?
Cengiz'in çalışmalarını **değersiz** bulduğum için mi yazdım bunları? Hayır. Tam tersine, **değerli oldukları için** eleştiriyorum.
Felsefe, eğer sadece kendi içine kapanırsa, bir müze objesi haline gelir. Gılgamış çalışması, **bugünün aktivist hareketlerine**, yerli hak mücadelelerine, anti-kapitalist ekoloji örgütlenmelerine nasıl konuşabilir?
Adalet çalışması, **Gezi direnişinden Kobani'ye**, BLM hareketinden feminist mücadeleye uzanan pratik adalet taleplerini nasıl besleyebilir?
Bu sorular sorulmadan, felsefe sadece **akademik bir prestij oyunu** olmaktan kurtulamaz.
## Sonuç: Kazıyı Derinleştirmek, Ama Doğru Yere
Ceyhun Akın Cengiz'in entelektüel projesi **tutarlı, erudite ve önemli**. Köken arkeolojisi yapmak, felsefi bir gereklilik. Ama bu arkeoloji, eğer bugünün mücadelelerine, acil sorularına, somut iktidar ilişkilerine dokunamıyorsa, bir tehlikeyle karşı karşıya: **Akademik kabalığa dönüşmek**.
Gılgamış'ı okuyalım, evet. Ama bir yandan da **Shell'in Nijerya'da yaptıklarını** konuşalım. Platon'u tartışalım, evet. Ama bir yandan da **göçmen toplama kamplarındaki adaletsizliği** analiz edelim.
Kökenleri kazıyoruz, çok güzel. Ama **şimdiyi inşa edenlere** ne diyeceğiz?
Belki felsefenin asıl görevi, Marx'ın dediği gibi, dünyayı yorumlamak değil, **değiştirmek** olmalı. Ya da en azından, yorumlarımız **değişim mücadelelerine katkı** sunmalı.
Aksi halde, 5000 yıl sonra başka bir akademisyen, 21. yüzyıl felsefi metinlerini okuyup diyecek ki: "Bak, her şeyi biliyorlardı. Ama yine de bir şey yapmadılar."
**O akademisyen biz olmayalım.**
---
*Bu yazı, eleştirel destek ruhuyla yazılmıştır. Düşünce üretimini değersizleştirmek için değil, daha keskinleştirmek, daha politik kılmak, daha müdahaleci olmaya itmek için.*
Yorumlar
Yorum Gönder