Kayıtlar

Ekim, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

içgüdüler

# İçgüdülerime Teslim Olmayacağım *Milyonlarca yıllık evrimsel miras içimizde yankılanıyor. Ama biz, sadece içgüdülerimizin toplamı değiliz. İnsan olmak, tam da bu mirası aşmakla başlıyor.* --- ## Uyaran ile Tepki Arasındaki Boşluk Viktor Frankl, Auschwitz'in cehenneminden döndüğünde bir şey fark etmişti: Aynı korkunç koşullarda, bazı insanlar insanlığını korurken, bazıları canavara dönüşmüştü. Neden? Cevabı şu cümlede buldu: "Uyaran ve tepki arasında bir boşluk vardır. O boşlukta seçme özgürlüğümüz yatar." Birisi sana hakaret ediyor. İçgüdün, anında saldırmak istiyor. Öfke hormonu, damarlarında dolaşıyor. Yumrukların sıkılıyor. Ama sen duruyorsun. Bir nefes alıyorsun. Ve düşünüyorsun: "Bu kişi değer mi? Bu kavga, on yıl sonra önemli olacak mı? Ben nasıl bir insan olmak istiyorum?" İşte o an - o duraklama anı - **özgürlük anı**dır. O an, seni hayvandan ayırır. O an, seni insan yapar. --- ## Taş Devri Beyniyle 21. Yüzyılda Yaşamak Bir gerçekle yüzleşelim: Beynimi...

Sokrates'in mirası

# Sokrates'in Bize Bıraktığı Miras: Susmamanın Bedeli İ.Ö. 399 yılında Atina'da bir adam mahkeme önünde duruyor. 70 yaşında, fakir, çocukları var. Biraz yaltaklanıp özür dilese, belki gözyaşı dökse kurtulabilir. Ama o, tam tersini yapıyor: Jüriyi neredeyse kızdırıyor, prensiplerini savunuyor ve sonunda zehir içerek ölüyor. 2400 yıl sonra hâlâ onun adını biliyoruz. Peki ya onu mahkum edenlerin adını?  ## Çağımızın Sessizliği Bugün sosyal medyada herkes konuşuyor gibi görünse de, aslında çoğumuz hayatın kritik anlarında susuyoruz. İş yerinde haksızlık görüyoruz - susuyoruz. Toplumda bir yanlışa tanık oluyoruz - geçip gidiyoruz. "Bana ne?" diyoruz, "işim gücüm var benim." Sokrates'in savunmasını okuduğumuzda rahatsız oluyoruz. Çünkü o, bizim sustuğumuz yerde konuşuyor. Bizim taviz verdiğimiz yerde dimdik duruyor. Ve içimizden bir ses soruyor: "Ya ben?" ## "Sorgulanmamış Hayat Yaşanmaya Değmez" Sokrates'in en ünlü sözü bu. Ama bu sade...

mezar kazıcılar

# Marx'ın Mezar Kazıcıları Nerede? Türkiye'de Birikim, Kriz ve Devrim Bekleyişi Karl Marx, 19. yüzyılın ortalarında kapitalizmin işleyişini incelerken, sistemin kendi sonunu hazırlayan bir mantıkla çalıştığını iddia etmişti. "Kapital"in sayfalarda uzanan analizinde ortaya koyduğu tez basitti ama etkiliydi: Kapitalist birikim, kendi mezar kazıcılarını, yani proletaryayı yaratacak; krizler giderek şiddetlenecek; üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki sonunda patlamaya yol açacaktı. O dönemden bu yana neredeyse iki yüzyıl geçti. Peki bugünkü Türkiye'ye baktığımızda Marx'ın öngörüleri ne kadar geçerli? Mezar kazıcılar nerede? Krizler neden devrime dönüşmüyor? ## Sermayenin Birikimi: Küçük Dükkanlardan Holdinglere Marx'ın birikim teorisinin özü şudur: Kapitalist, işçiden elde ettiği artı-değeri kendi cebine indirmekle yetinmez, onu yeniden sermayeye dönüştürür. Daha fazla makine, daha fazla işçi, daha fazla üretim... Bu "genişletilmiş yeni...

çoğul mücadele

Yeni Çağın Çoğul Mücadeleleri – Kapitalizmin Çöküşüne Doğru Yazan: Fırat Akar Kapitalizmin krizi artık sadece ekonomiyle sınırlı değil; yaşamın her alanına yayılmış durumda. Bir zamanlar üretim fazlası, pazar darlığı ya da kâr oranları üzerinden okunan kriz, bugün bizzat insanın ve doğanın varoluşuna dayanıyor. Toprak, su, hava, zaman, hatta insanın ruhu bile sermayenin metası hâline geldi. Kâr mantığı, hayatın her hücresine kadar sızdı. Ancak bu çürümenin ortasında, sessiz ama güçlü bir arayış da var: yeni bir toplum, yeni bir insanlık… --- Birçok Mücadele, Tek Gerçek: Yaşam Bugün işçiler emeğin hakları için, Kürtler ve Alevîler eşit yurttaşlık için, feministler ataerkil düzene karşı, ekolojistler doğayı savunmak için, LGBTİ+ bireyler var olma hakkı için, insan hakları savunucuları adalet için direniyor. Bu mücadelelerin hiçbiri bir diğerinin “yardımcısı” değil. Her biri, kapitalizmin farklı bir yüzüne karşı kendi alanında direnen damarlar. Fakat bu çoğulluk aynı zamanda bir eksikliği...

Aristoteles'in metodolojisiyle kadın cinayetlerinin nedenleri...

# Aristoteles Bir Kadın Cinayetine Bakarken Dün sabah yine bir kadın öldürüldü. Bugün bir tane daha. Yarın kaç tane olacak bilmiyoruz ama olacağını biliyoruz. Her gün ekranlardan akan isimler, fotoğraflar, muhabir sesleri... "34 yaşındaki Ayşe..." "27 yaşındaki Zeynep..." "Eski eşi tarafından..." "Kıskançlık krizine kapılarak..." Ve her defasında aynı tepkiler: Öfke, çaresizlik, gözyaşları. Sosyal medyada paylaşımlar, protestolar, siyah-beyaz fotoğraflar. Sonra hayat devam ediyor. Ta ki bir sonraki haber gelene kadar. Ama hiç durup düşündük mü: Bu sorunu gerçekten anlıyor muyuz? Yoksa sadece duyguyla tepki verip, yüzeyde mi kalıyoruz? 2400 yıl önce, Aristoteles bilgiye ulaşmanın bir yolu olduğunu söyledi: Gözlem, sınıflandırma, nedensellik, mantıksal çıkarım ve eylem. Bu kadim yöntemi, toplumumuzun en derin yarasına uygulayalım. Belki de duygusal çığlığın ötesinde, sistematik bir anlayışa ulaşabiliriz. ## Önce Gör, Sonra Konuş Aristoteles'in ...

kadın özgürlüğü

Kadının Zinciri, İnsanlığın Zinciridir “Bir toplumda kadının statüsü, o toplumun gerçek özgürlük düzeyini gösterir.” Karl Marx’ın bu sözü, insanlık tarihinin derin çatlaklarına düşmüş bir hakikattir. Çünkü kadın, sadece bir birey değil, toplumun vicdanıdır. Kadının zinciri, insanlığın zinciridir. Bir toplumda kadının konumuna bakmak, o toplumun özgürlüğüne, adaletine, hatta ahlakına bakmaktır. Kadınların susturulduğu, öldürüldüğü, ekonomik bağımsızlığından yoksun bırakıldığı bir yerde; ne düşünce özgürlüğünden, ne eşit yurttaşlıktan, ne de insan onurundan söz edilebilir. Kadın eziliyorsa, aslında toplumun tamamı diz çökmüştür. Bugün Türkiye’nin aynasına baktığımızda, o aynada yüzlerce kadının gözleriyle karşılaşıyoruz. Rojin Kabaiş, Emine Bulut, Özgecan Aslan… Her biri bir toplumun utancına değil, direnişine dönüşüyor. Her biri, “Benim adım artık bir rakam olmayacak” diyor. Ama iktidar, her cinayetin ardından suskunlukla, örtbasla, dindarlık maskesiyle karanlığı büyütüyor. Devletin ada...

kadın cinayetlerinin politik ekonomisi

# Öldürülen Kadınlar, Örtbas Edilen Gerçekler: Türkiye'de Kadın Cinayetlerinin Politik Ekonomisi Her kadın cinayeti haberi geldiğinde aynı senaryo tekrarlanır: Önce şok, sonra öfke, ardından sokaklar, en sonunda sessizlik. İktidar hemen suları durultmaya çalışır, muhalefet protesto eder, medya birkaç gün gündemde tutar, sonra herkes kendi köşesine çekilir. Ta ki bir sonraki cinayet haberi gelene kadar. Ama bu döngü neden hiç kırılmıyor? Neden kadın cinayetleri artmaya devam ediyor? Ve daha kritik soru: Neden iktidar refleks olarak her cinayetin üzerini örtbas etmeye çalışıyor, halk ise adalette ısrar ediyor? Bu soruların cevabı, sadece bireysel patolojilerde veya "kültürde" değil, çok daha derin yapısal, tarihsel ve politik katmanlarda yatıyor. ## Ataerkil Devletin Anatomisi Türkiye'de kadın cinayetlerini anlamak için, önce devletin kuruluşundaki temel çelişkiye bakmak gerek. Cumhuriyet, bir yandan "kadın hakları" söylemiyle kuruldu. Kadınlara seçme-seçilme ...

Rum abdalları

# Arafta Kalanlar: Rum Abdallarının Unutulmuş Tarihi Tarihin dipnotlarında, resmi anlatıların görmezden geldiği sayfalarda, bir figür dolaşır durur: Rum abdalı. Ne tam Müslüman, ne tam Hristiyan. Ne şehrin içinde, ne kırın. Ne üretenlerden, ne tüketenlerden. Bir hayalet gibi, tüm kategorilerin arasından süzülür geçer.  Bugün bu figürü anımsamak, sadece folklor merakı değil. Çünkü Rum abdalının hikayesi, aslında bizim nasıl "öteki"yi yarattığımızın, nasıl sınırlar çizdiğimizin ve o sınırların dışında kalanları nasıl görünmez kıldığımızın hikayesidir. ## Bir Karışıklık Çağının Çocukları 11. yüzyıldan itibaren Anadolu, muazzam bir dönüşüm yaşar. Binlerce yıllık Hristiyan-Bizans medeniyeti, Türkmen göçleriyle karşılaşır. Ama bu karşılaşma, resmi tarih anlatılarının sevdiği gibi net bir "fetih" veya "istila" değildir. Yüzyıllar süren, karmaşık, iç içe geçmiş bir süreçtir. Bu karışıklık çağında, iki dünyanın arasında kalan insanlar vardır. Belki Hristiyan bir ai...

kadın cinayetlerinin politik anatomisi

 Rojin Kabaiş ve Erkekleşen Adalet: Kadın Cinayetlerinin Politik Anatomisi “İnsanlık yürüyüşü özgürlük yürüyüşüdür.” Türkiye’de kadın cinayetleri artık yalnızca bireysel trajediler değil; derin bir sistemin, köklü bir zihniyetin aynasıdır. Rojin Kabaiş’in ölümü de bu karanlık aynada yankılanan son çığlıktır. Onun ardından geriye yalnızca bir hayatın sönüşü değil, toplumun adalet terazisindeki çürüme kalmıştır. --- Feodal Gölgenin Altında Kadın Bedeni Kadın cinayetlerinin ardındaki en eski iz, feodal-ataerkil zihniyettir. Kadının bedeni ve yaşamı üzerinde kurulan tahakküm, mülkiyetin ve “namus”un ortak paydasında yüzyıllardır yeniden üretiliyor. Kadın, “ait olunan” bir varlık haline getirildikçe, onu öldürmek de “erkek onuru” adı altında meşrulaştırılıyor. Bugün şehirde ya da köyde fark etmiyor; kadın öldürülürken gerekçeler değişse de zihniyet aynı kalıyor. Devletin dili, yargının kararı, medyanın söylemi hâlâ aynı eski kalıplarla konuşuyor. Rojin Kabaiş’in öldürülüşü, bu geleneğin...

özgürlük yürüyüşü 1

İNSANLIK YÜRÜYÜŞÜ ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜDÜR İnsanlık tarihi, zincirlerini kırmaya çalışan ellerin tarihidir. Marx’ın deyimiyle “insanlık, ancak kendi elleriyle yarattığı koşulları dönüştürerek kendini özgürleştirir.” Bu nedenle tarih, yalnızca iktidarların, sarayların, savaşların değil; aynı zamanda direnenlerin, paylaşanların ve düşünenlerin yürüyüşüdür. Kadir Cangızbay’ın bakışıyla söylersek: insan, “yokluğun bilincine varan varlık”tır. Yani insan, eksikliğini fark ettiği anda harekete geçer. İşte o fark ediş anı, özgürlüğün ilk adımıdır. Çünkü özgürlük, sadece zincirlerin kırılması değil, aynı zamanda insanın kendi özüne, kendi yaratıcılığına kavuşmasıdır. Bugün insanlığın yürüyüşü yeniden bir kavşaktadır. Sermaye, teknolojiyi, doğayı, emeği ve bilinci kuşatan dev bir kafes örüyor. Fakat Marx’ın gösterdiği gibi, her sistem kendi mezar kazıcısını da yaratır. İnsan, doğayı, emeği ve sevgiyi sahiplenme güdüsünün değil; dayanışmanın, birlikte var olmanın sezgisiyle yeniden tanımlar. Cangızba...

insanlığın yol haritası 2. emeğin uyanışı

## **2. Emeğin Uyanışı** İnsan, doğayı gözlemleyerek yaşamayı öğrendi; ama onu dönüştürmeye başladığında **yeni bir çağ** başladı: emek çağı. Emeğin doğuşu, yalnızca üretimin değil, **bilincin toplumsallaşmasının** da başlangıcıydı. Toprak kazıldı, tohum ekildi, ateş kontrol altına alındı. Bu eylemler, sadece karın doyurmak için değildi; insan ilk kez **kendini ve çevresini bilinçli biçimde değiştirdi.** Emeğin gücü, doğayı taklit etmekten onu dönüştürmeye geçen büyük adımdı. Artık insan, yalnızca doğanın ürünü değil, onun **biçimlendiricisi** olmuştu. Ama emek, tek başına bir insanın işi değildi. Birlikte avlanmak, birlikte inşa etmek, paylaşmak — bu süreç, **kolektif yaşamın** temelini oluşturdu. Emeğin örgütlenmesiyle birlikte **dayanışma**, **eşitlik** ve **sorumluluk** duyguları doğdu. İnsan, diğer insanla ilişkisinde kendini tanımaya başladı. Bu, doğayla olduğu kadar, **toplumla da bir ilişki kurma bilinciydi.** İlk topluluklarda üretim, tüketimle iç içeydi; kimse biriktirmezdi, ...

insanlığın yol haritası 1. doğanın içinden doğan insan

## **1. Doğanın İçinden Doğan İnsan** İnsan, önce bir canlıydı; diğer türlerden biri, doğanın içinde, onun yasalarına bağlı bir varlık. Ama bir fark vardı: **bilinç.** Bu bilinç, ateşi ilk kez kontrol ettiğinde, taşın biçimini değiştirdiğinde, avını paylaşırken konuşmaya başladığında doğdu. Doğa, artık sadece korkulacak bir güç değil; **anlamı çözülecek bir gizem** haline geldi. İlk insan, gökyüzüne bakarken yalnızca yıldızları değil, kendi varoluşunu da görmeye başladı. Gök gürültüsü bir tanrının sesi oldu, güneş bir ana, toprak bir baba. Doğa, insanın ilk aynasıydı — hem yaşamın kaynağı, hem de ölümün hatırlatıcısı. Bu yüzden mitoloji, aslında insanın doğayı anlamaya çalıştığı ilk **düşünce biçimidir.** Her mit, bir sorunun cevabıdır: “Ben kimim?”, “Neden buradayım?”, “Neden ölürüm?” Bu sorular, henüz felsefenin diliyle değil, **imgenin ve duygunun diliyle** soruluyordu. Göbeklitepe’deki taşlara kazınan figürler, sadece avın bereketi için değil; insanın **kendi varlığını kutsallaştır...

insanlığın yol haritası giriş

## **İnsanlığın Yol Haritası – Giriş** İnsanlık, varoluşunun başından bu yana, hem doğanın bir parçası hem de ona karşı bilinç kazanan bir varlık oldu. Taşın, ateşin, sözün, inancın ve emeğin izinde ilerlerken kendi yolunu çizen; kimi zaman kuran, kimi zaman yıkan; ama her seferinde yeniden başlayan bir tür. Bu uzun yürüyüş, yalnızca hayatta kalma mücadelesi değil, **anlam arayışının** da hikâyesidir. Göbeklitepe’nin taşlarında, Karaca Höyük’ün toprağında; Sümer’in tabletlerinde, Antik Yunan’ın meydanlarında; İslam felsefesinin, Rönesans’ın, Aydınlanma’nın satırlarında hep aynı soru yankılandı: **İnsan kimdir ve nereye gidiyor?** Bu soru, tarihi dönemlere ayırsa da insanlığın yolculuğu bir bütündür. Doğanın içinden çıkarak onu anlamaya çalışan, emeğiyle dünyayı dönüştüren; ama kimi zaman da kendi kurduğu sistemlerin esiri olan bir insanlık hikâyesi… Bu yüzden bir “yol haritası”na ihtiyacımız var — geçmişin izlerini bugünün bilinciyle birleştiren, geleceğe yön verecek bir harita. Bugün ...

Aleviliğin toplumsal, felsefî, kültürel kökleri

🌿 Aleviliğin Toplumsal, Felsefi ve Kültürel Kökleri Toprağın, Emeğin ve Hakikatin Dini Anadolu’nun dağ köylerinde, bozkırın rüzgârında, toprağa sinmiş bir ses yükseldi: Bu ses, bir isyandı, bir dua, bir insanlık çağrısıydı. Alevilik, sadece bir inanç değil, yüzyıllar boyu ezilen halkların vicdanı oldu. 🕊️ Kızılbaş İsyanından Toplumsal Vicdana Osmanlı’nın feodal düzeninde köylü, yoksul ve göçebe halklar ağır vergiler, dinsel baskılar ve dışlanmayla eziliyordu. İşte bu toplumsal çatlaklardan doğdu Alevilik — bir mezhep farkı değil, adaletsizliğe karşı halkın manevi başkaldırısı olarak. Kızılbaş hareketi, inançla direnişi birleştiren bir halk uyanışıydı. Rızalık ilkesiyle paylaşımcı bir ekonomi, cem geleneğiyle eşitlikçi bir toplum modeli kurdu. Her lokma, her emek, her söz “rızayla” olmalıydı; çünkü rızasız lokma, yani sömürü, haramdı. Bu anlayış, emeğe kutsallık, dayanışmaya ahlaki değer kazandırdı. Alevilikte insan, Tanrı’ya “kul” olarak değil, “can” olarak yaklaşır. Bu, sadece teolo...

Aleviliğin çok etnikli yapısı

🌎 Aleviliğin Çok-Etnikli Tarihsel Yapısı: Bir Halklar Bileşimi Alevilik tarihsel olarak “Türklerin dini” olarak tanımlansa da, bu oldukça indirgemeci bir yaklaşımdır. Gerçekte Alevilik, Anadolu’nun etnik, kültürel ve inançsal çeşitliliği içinde filizlenmiş bir ortak halk felsefesidir. 1️⃣ Anadolu’nun çok-kültürlü yapısı Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerinde Anadolu, yalnızca Türkmenlerle değil; Rum, Ermeni, Kürt, Arap, hatta Süryani ve Gürcü topluluklarıyla da doluydu. Bu halklar yüzyıllar boyunca aynı köylerde yaşadı, ticaret yaptı, aynı suyu, aynı toprağı paylaştı. Devletin merkezi dini baskılarına karşı direnen bu farklı topluluklar, birbirlerinden mistik ve halkçı öğretileri devraldılar. Yani Alevilik, bir ırkın değil, ezilenlerin ortak kültürünün ürünü oldu. Kızılbaş hareketi, Türkmen köylüler kadar Kürt aşiretlerinin, yer yer Rum ve Ermeni kökenli köylülerin de katıldığı bir sınıfsal-siyasal dayanışmaydı. 2️⃣ Bektaşilik köprüsü: Rum ve Balkan halklarının Aleviliğe yakınlaşması ...

Aleviliğin düşünsel derinliği

🌞 Vahdet-i Vücut’tan Cem Felsefesine — Aleviliğin Düşünsel Derinliği Kızılbaş köylerinin yanan ocaklarından, yoksul köylülerin dualarından doğan Alevilik; sadece bir inanç değil, bir felsefedir. O, toprağa dokunan, emeği kutsayan, insanı Hak’la bir gören bir dünya görüşüdür. Ve bu felsefenin kalbinde, insanın kendisiyle, doğayla ve evrenle kurduğu derin bir birlik anlayışı vardır: Vahdet-i vücut — varlığın birliği. Bu anlayışa göre evrende hiçbir şey Tanrı’dan ayrı değildir. Ağaç, taş, su, insan — hepsi Hak’tandır. Alevi ozanları “Hak cihana doludur” derken, Tanrı’yı gökyüzüne değil, yaşamın her zerresine yerleştirirler. Bu, göksel otoriteye dayanan din anlayışına karşı, dünyevi bir hakikat bilincidir. İnsanın iç dünyası, evrenin aynasıdır; kendini bilmek, Hakk’ı bilmektir. Bu felsefenin en güçlü simgesi Ali-Hakk anlayışıdır. Ali, sadece bir tarihsel şahsiyet değil, adaletin, doğruluğun, mazlumun yanında olmanın sembolüdür. Alevilikte “Ali demek Hakk demektir” denildiğinde, söylenen ş...

Aleviliğin tarihsel sınıfsal kökenleri

🕊️ Kızılbaş İsyanından Toplumsal Vicdana — Aleviliğin Tarihsel-Sınıfsal Kökenleri Anadolu’nun tozlu yollarında, dağ köylerinde, yoksul obalarında bir inanç doğdu: Alevilik. Ama bu inanç sadece göğe bakan bir dua değil, toprağa dokunan bir isyandı. Feodal beylerin sömürdüğü, merkezi iktidarın vergilerle ezdiği köylü kitlelerin yüzyıllar süren adalet arayışı, “Kızılbaş” kimliğiyle tarih sahnesine çıktı. Osmanlı’nın genişleyen toprak düzeninde yoksullaşan Türkmen köylüsü, sadece ekonomik değil, kimliksel olarak da dışlanıyordu. Devletin resmi Sünni ideolojisi karşısında, göçebe ruhunu ve eşitlikçi değerlerini koruyan bu insanlar, yeni bir manevi yurt inşa ettiler: Emeğin, paylaşmanın, kardeşliğin dini. Bu dini biçimlendiren şey, üretim ilişkileriydi. Toprak, herkesin ortak yaşam alanıydı; mülkiyet kutsal değil, geçiciydi. Alevilikte “rızalık” ilkesi bu yüzden doğdu. Her lokma, her pay, her söz rızayla verilmeliydi. Rızasız lokma haramdı — çünkü o, insanın emeğini çalmaktı. Böylece Alevil...

Aleviliğin felsefi kökeni

Toprağın, Emeğin ve Hakikatin Dini: Aleviliğin Felsefi Kökeni Anadolu’nun dağlarında, vadilerinde, köylerinde doğan Alevilik; bir inançtan öte, ezilen insanın yüzyıllar süren direnişinin, adalet arayışının felsefeye dönüşmüş biçimidir. Tarih sahnesine “Kızılbaş hareketi” olarak çıkan bu damar, sadece bir mezhep farklılığı değil; dönemin sınıfsal çatışmalarının, köylünün ve yoksulun kendi kaderini eline alma iradesinin ruhsal biçimidir. Feodal beylerin, toprak ağalarının, Osmanlı merkezi iktidarının baskısı karşısında Alevilik, toprağa bağlı emeğin, paylaşımın, dayanışmanın dili olmuştur. “Rızalık” üzerine kurulu cem törenleri, adaletsiz mülkiyet düzenine karşı bir toplumsal sözleşme gibidir. Her can, her emek, her lokma kutsaldır. Çünkü Alevi düşüncesinde emek Hak’tır, Hak emektedir. Bu toplumsal zeminden yükselen felsefe, doğrudan insanın iç dünyasına yönelir. Alevi ozanlarının “Eline, beline, diline sahip ol” sözü, hem ahlaki hem politik bir ilkedir. Çünkü insanın özgürlüğü, kendi ne...

alevi bektaşi ocak sistemi

Kutsal Soyun Hafızası: Ayfer Karakaya-Stump’a Göre Alevi-Bektaşi Ocak Sistemi Bir inanç, yalnızca kitaplarda değil, yaşayan insanların hafızasında yaşar. Alevilik de öyledir. Yüzyıllar boyunca baskı, dışlanma, yok sayılma karşısında varlığını koruyabildiyse, bunu ne sadece teolojiye ne de siyasete borçludur. Aleviliği yaşatan, o derin yapıdır: ocak sistemi. Prof. Ayfer Karakaya-Stump’ın titiz araştırmaları, bu sistemin yalnızca dinsel değil, aynı zamanda toplumsal bir örgütlenme biçimi olduğunu ortaya koyuyor. --- 🔸 İnancın omurgası: Ocak Karakaya-Stump’a göre ocak, Alevi topluluklarının kalbidir. Bir dede ailesinin soyundan gelen, ocağa bağlı talipleri bulunan ve dini önderliği sürdüren bir yapıdır. Bu yapı sadece bir “soyağacı” değildir; aynı zamanda inanç, ahlak ve adaletin toplumsal kurumudur. Dede; hem cem ibadetinin yöneticisi, hem rehber, hem de toplumsal vicdandır. Talip ise o yapının canlı halkasıdır. Alevi-Bektaşi dünyasında pir–mürşid–rehber zinciri, dini otorite kadar, ins...